Basın Odası

İstanbul’dan kalkıp Baksı’ya gittik, gerçek üstü bir Fellini filmi tecrübesi yaşadık

Prof. Hüsamettin Koçan’ın kurduğu Baksı Müzesi’nde hem yeni bir sergi var hem de İstanbul’dan bir grup gidip orada ‘Akarsu üstüne konuşmalar’ dinledi. Konuşmalar sahiden akarsuyun üzerinde yapıldı. Yönetim Kurulu Başkanımız Sibel Asna Özesmi izlenimlerini yazdı.

Belki otuz yıldan fazla bir zamandır Prof. Hüsamettin Koçan’ı tanırım. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi dekanlık dönemi, AIAP Uluslararası Sanat Derneği başkanlığı süreci, hepsine şahit oldum. İdealist, çok çalışkan, sürekli yeni fikirlerle dolu, geniş ve çeşitlenmiş bir çevre edinmiş fırtına gibi bir kişilik.

Birlikte çeşitli projeler yaptık, birlikte çalışma tecrübesini de yaşadığım bir kişilik. Ama Bayburt Baksı’da gördüğüm ve her seferinde yeniden tanıdığım Hüsamettin beni hayretlerden hayretlere evriltiyor.

Bilmem hiç Bayburt’u gördünüz mü? Hiç o coğrafyada dolaşma fırsatınız oldu mu? Bayburt, Gez, Kop, Aşkale… Çoruh boyunca yürüdünüz mü? O olağanüstü güzellikteki doğayı, dağları, vadileri, kıvrım kıvrım ilerleyen Çoruh’u izleme imkanınız oldu mu? Peki o yol boyunca vahşi taş ocakları, maden sahaları, çarpık ve çirkin yapılaşmayı, sefaleti, çirkinliği de gördünüz mü? İşte bu olağanüstü doğa güzeli ve dehşetengiz çirkin yapılar ve görgüden mahrum bırakılmış insanların coğrafyasında Hüsamettin Koçan bir vaha yaratmış.

Sadece bir müze değil

Baksı Müzesi daha doğrusu kompleksi…

Atölyeleri, eğitim merkezleri, konferans salonu, kütüphanesi, sergi salonu, konaklama ve yeme içme mekanları ile dev bir kompleks. Bir sanat, görgü, bilgi, estetik ve eğitim merkezi. Yeşillikler içinde bir tepe, aşağıda Çoruh’un kıvrımları, karşında tepeler, dağlar, tepelere uyumlu bir mimari, kuş sesleri, rüzgarın hışırtısı ve onun ötesinde derin bir sessizlik, dinginlik sizi
kucaklıyor.

İşte bu olağanüstü mekanda Hüsamettin Koşan, eşi Oya Koçan, genel sekreter Bilge Zeren, Muhtar Nabi Akçelik ve ismini bilmediğim birkaç gönüllü deli gibi çalışıyorlar. Sergiler, konferanslar, atölyeler düzenliyor, bölge kadınlarına meslek kazandırmaya çalışıyor, konuşmacılar ağırlayıp sanatı, yerelle,
insanla ve doğa ile olan ilişkisini tartıştırıyorlar, düşünce üretip
paylaşmaya uğraşıyorlar.

25 kişi gittik Baksı’ya

İşte yine böyle bir gerekçe ile geçtiğimiz günlerde yaklaşık 25 kişilik gazeteci, sanatçı ve sanat yazarı bir grupla Baksı’daydık. Yine nefesler tutuldu, yine hayranlık ve hayretler içinde iki gün yaşandı. Gezinin iki temel amacı vardı. Öncelikle çağrıda yer alan “Akarsu Üstünde Konuşmalar…” ın ne olduğunu merak ediyorduk. Ardından da tabii ki yıllık sergiyi:

“Gel Zaman, Git Zaman..”

Akarsuyun üzerinde ‘Akarsu üstüne konuşmalar’

Oraya varınca insan neyi düşüneceğini, neye öncelik vereceğini biraz şaşırıyor. Doğaya mı, sanata mı, düşünce ve fikirlere mi, hangisine odaklanılmalı karışıyor. Öylesine yoğun ve hiçbir yan etkiyle bozulmayan bir doyum ki büyük kent karmaşasında boğulmuş, odağını kaydıran insana biraz ağır bile gelebiliyor…

“Akarsu Üstünde Konuşmalar” gerçekten akarsu, Çoruh üstünde yapılıyor. Suyun üstüne bir sal bağlanmış, konuşmacılar o salın üstüne çıkıyor, sal suyun ortasında, akıntının ritmine bırakılıyor ve konuşuluyor!

Fellini filmi gibi

Sanat tarihçi, sanatçı, sanat yazarı, sosyolog, felsefeci sanatı ve insanı ve yerelle ilişkisini ve hatta biraz da insanın küstahlığını
konuşuyor.

“Geçmiş Kime Ait” diye sorguluyorlar, ardından “Gelecek Nerede” deyip en sonunda da “Karışık Zihinler İçin Öneriler” i tartışıp, çok da bir yerlere varmadan, bizleri sorulara fark edip, kimileri kendini sulara atıyor kimileri tepeden yukarı 1800 rakıma tırmanıyor. Gerçek üstü bir Fellini filmi gibi bir ortam hayal edin lütfen…

‘Gel Zaman, Git Zaman…’

Sergiye gelince, gerçekten “Gel Zaman, Git Zaman…” diyen bir sergi. 85 sanatçının eserlerinin yanı sıra yerel sanatların olağanüstü
örneklerinin yan yana, birbirleriyle konuştukları, anlattıkları, birbirlerine üstünlük taslamadıkları bir sergi.

Üst sanat alt sanat tartışmasına kafa tutan, akademiye ve müzeciliğe alttan alta, nezaketle mesaj veren, gezmeye doyulamayan bir sergi.

Sevgili okuyucu, Kasım ayına kadar açık kalacak bu şöleni kaçırmamanızı tavsiye ederim.

Neden Bayburt, Bilbao gibi düşünülmez?

Gelelim bölgeye… Bölge elindeki bu değerin yeterince farkında mı? Peki ya ülke? Devlet? Belediye? Yerel Halk?

Neden burası bir “kalkınma merkezi” olarak görülmez? Neden bölgesel gelişme için bir kaldıraç vazifesi gördürülmesin? Tabii ki bir Şirince yozlaşmasına uğratılmadan, estetik değerlerin yanı sıra bölge özelliklerini, doğayı, endemik bitkileri, sessizliği, doğal habitatı dikkate alan bir bölgesel kalkınma ortamı yaratılamaz mı? Bilbao örneğine bakılıp oradaki doğruları ve yanlışları gözlemleyip özgün bir model geliştirilemez mi?

Bilmem?
Ne dersiniz?
Bir başka yazıda Bilbao ve Baksı kıyaslaması yaparım belki…