Prof. Dr. Alaeddin Asna’dan Mektup Var…
DEREDEN TEPEDEN İLETİŞİM
Prof. Dr. Alaeddin Asna
Bilimsel görüntüde olmasa da iletişim aleminde gezinti notlarından oluşan bu yazının okurlarda düşünme pencerecikleri oluşturacağı düşüncesindeyim. Böyle bir yazıya “dereden/tepeden” başlığı atmamın hoş görülmesini diliyorum.
İletişim dünyasındaki teknolojik gelişmeler önümüzdeki yıllarda ev-işyerlerinin ve çalışma sürelerindeki esnekliğin iş yaşamına egemen olacak kadar artacağını göstermektedir. İnsanlararası telepati konusundaki bilimsel araştırmaların bu yüzyılın ikinci yarısına kalmadan sonuçlanacağını düşünüyorum. Böyle olursa işyeri kavramının tümüyle ortadan kalkması beklenebilir. Böyle bir değişimin ülke ekonomileri üzerindeki etkileri şimdiden tartışılmalı ve toplumlara sunulmalıdır. Hürriyet Gazetesi’nin haberinde Michael Moynagh ve Richard Worsley adlı iki İngiliz araştırmacının “Geleceğin İşyerleri” başlıklı çalışmasının www.tomorrowproject.net adresinde izlenebildiği belirtiliyor.
Jules Verne romanlarına benzeyen bu “kehanet”lerin okuyucuyu şaşırtacağını sanmıyorum. Çünkü 70’li yıllarda evimize giren televizyonun, yazılı basında 80’li yıllarda oluşan tipo-ofset-web-bilgisayar dönüşümünün, kullanma yaşı 5’in altına inmekte olan internet iletişiminin, taşplak-45’lik- longplay-tape-cd müzik aktarıcılarının, video ve güncel ev sineması sistemlerinin baş döndürücü hızına alışan 21. yüzyıl insanının her şeyi olağan karşılayacağına eminim.
Türk basınının en önemli isimlerinden biri olan rahmetli Nezih Demirkent, elektronik medyanın zamanla gazetenin pabucunu dama atacağını iddia ederdi. İstediği gazeteyi günün istediği saatinde son dakika değişmeleri ile internet ortamında okuyabilen Türk insanının hala günde 3 milyonun üstünde gazeteye para vermesinin tek nedeni belki de gazete kağıdına dokunmak ve mürekkep kokusunu almak gibi bir nostaljik ihtiyaçtır. Unutulmasın ki bundan birkaç on yıl önce gazete Eskişehir’e, Edirne’ye, Bolu’ya öğleden sonra gelirdi. Erzurum’da, Diyarbakır’da, Rize’de ise bir gün öncesinin gazetesi okunurdu.
Konferanslarımda karşılaştığım soruların başında yazılı basında tiraj, özlü/görüntülü basında reyting kaygılarının kalite üzerindeki olumsuz etkileri gelir. ”Halk böyle istiyor” savunmasının gerçeği yansıtıp yansıtmadığı, okuyucu/dinleyici/izleyiciyi kötü ürüne alıştırıp sonra bu savunmanın arkasına saklanmanın basın ahlakına ne derece uygun olduğu, bu “felaketin” nasıl önüne geçilebileceği soruları birbirini izler. Aslında “tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan çıkar?” tekerlemesine benzer sorulardır bunlar. Medya halkı, halk da medyayı etkiler. Önemli olan halkın beğeni düzeyinin nasıl oluştuğunu irdelemektir.
Toplumun beğeni düzenini oluşturan etkenler nelerdir? Toplumbilim böyle bir soruya birden çok yanıt bulur. Bir iletişimci olarak bu yanıtlardan sadece birini kullanabiliriz. Toplumu bilgilendirmek/eğitmek/eğlendirmek işlevi taşıyan “Mass Communication Media” kültür/beğeni standartlarını oluşturan etkenlerden biri-bizce en önemlisi- dir. Okul sıralarında öğrendiklerine gençlik çağına doğru medyadan öğrendiklerini ekleyerek yetişen bireyin kültürel beklentileri, toplumun genel standartlarından da etkilenerek kalıplaşır.
Yazılı ve görsel medyanın kültürel yayınlara ağırlık verdiği toplumların beğeni düzeyinin daha yüksek olduğunu söylemek kadar; yaşamak için reklama, reklam için de tiraj ve reytinge muhtaç olan yayın organlarının magazin ağırlığı taşımalarını savunmak da haklı olabilir. Bu iki haklı savunmayı bir araya getirerek okuyucu-dinleyici-izleyicinin magazin değil kültür ağırlıklı yayınlarla tiraj/reyting yükselttiği bir toplum özleminden, böyle bir toplum oluşturma sorumluluğundan söz edilebilir.
Demokratik rejim böyle bir sorumluluğu yaşama geçirebilir mi? Toplum standartlarının yükseltilmesinin, gelişmenin başlıca ögesi olduğuna inanan yönetimlere sahip ülkelerde bu soruya olumlu yanıt verilebilir. Ne var ki toplumsal değerleri baştan oluşturmak gibi zaman ve zahmet gerektiren bu girişime gönül veren yönetici bulmak kolay değildir.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türk toplumunun geçirdiği evreleri bu düşüncenin somut örnekleri olarak ele alıp kültürel standartlarımızdaki 1920-1950-1980 değişimlerini anımsayabiliriz. Örneğin 1940’lı yıllarda bugünkü magazin yayınlarının aynı tiraj ve reyting rakamlarına ulaşıp ulaşmayacağı, TV olsaydı Televole programlarının bugünkü rağbete kavuşup kavuşmayacağı gibi bir test sorusunun yanına Atatürk-İnönü- Menderes-Demirel-Özal gibi yönetici isimlerini de ekleyerek küçük bir aile oyunu düzenleyebiliriz.
Otuz milyonluk Türkiye ile yetmiş milyonluk Türkiye’de toplam gazete satışlarının aynı olduğu yakınmasını farklı bir yorumla irdeleyebiliriz. Bir gazetenin aile bütçesine ayda on milyon liralık yük getirdiği düşünülürse birkaç yıllık gazete parasına alınıp üzerine bir dantel ve biblo konarak ev dekorasyonuna da katkıda bulunan televizyondan hem haberleri, hem de eğlence programlarını izleme olanağı varken 3.5 milyon ailenin hala günlük gazete aldığına şaşırmak da kabil. Gazetelerimiz, yazarlarımız her gün rakip patronların ipliğini pazara çıkarmaya uğraşıp birbirini okuyucuya şikayet ederken ısrarla gazete alımına devam edilmesi gizli bir sadizm ya da mazohizm salgınının okur kesiminde usul usul güçlenmesi biçiminde de yorumlanabilir.
Bir iletişimci olarak şu soruyu sormalıyız: Serbest rekabet piyasası kuralları içinde satışlarını arttırmak için her sektördeki üretici ve satıcılar türlü pazarlama ve ürün geliştirme yöntemlerine başvururken biz gazetelerimizin içeriğini -görüntüsünü değil- geliştirmek için kupon ve promosyon çabaları dışında ne yapıyoruz? Bilgisayar teknolojisindeki gelişmelerin de neden olduğu denetim-düzeltim eksikliği (yazıların/haberlerin doğrudan sayfaya gitmesi, düzeltmenlik mesleğinin ortadan kalkması) ile ortaya çıkan dilbilgisi-yazım kalitesindeki gerileme, ucuz eleman çalıştırma kaygısından doğan gazeteci kalitesindeki gerileme, popüler gazete yaparak tiraj arttırma eğiliminden doğan yazar kalitesindeki gerileme gibi olguların doğurduğu kötü üründen rahatsız oluyor muyuz?
Belki de daha fazla tiraj istemiyoruz. Çünkü bizim ana gelir kaynağımız satış değil reklamdan gelmektedir. Belki de reklam gelirlerimizin sınıra dayandığını, tiraj artsa da reklamın artmayacağını düşünüyor ve kendi yazdıklarımızı birkaç yüz bin okuyucuya ve kendi çevrelerimize okutup tatmin oluyoruz.
Her tezin bir antitezi vardır. Hemen soralım: Bugüne kadar Türk basınındaki kaliteli gazetelerin sonu ne oldu? Yerel gazeteler, fikir gazeteleri hangi boyutlara geldiler? Bu sorunun yanıtını yazının başından beri vermeğe çalışıyoruz. Toplum karmaşık bir yapıdır ve içindeki bileşimler birbirini etkiler. Bilgi toplumu yerine köşe dönme toplumu oluşturduğunuz zaman sanatta, sporda, üniversitede, siyasette, basında negatif etkileşime katlanacaksınız. Otuz milyonluk Türk toplumu dönemi ile yetmiş milyonluk Türk toplumu dönemini birbiri ile karşılaştırdığınız zaman tirajların neden yerinde saydığını anlayabilirsiniz.
Biraz da iletişim açısından iç ve dış siyasetimize göz atalım. Bugünkü yöneticilerimiz arasında felsefe ve sosyoloji okuyarak yetişmiş olanların oranı sizce ne kadardır? Felsefe ve sosyoloji bilmeden iletişimde başarılı olabilir, iyi diplomat, iyi parti başkanı, iyi başbakan, iyi maliyeci olabilir misiniz? Kıbrıs’ı, Avrupa Birliği özentisini, Alman-Fransız sözde dostluğunun altında yatan Kohl-De Gaulle kopyacılığını anlayabilir misiniz?
Karşısında mikrofon ve kamera görünce bülbül kesilen devlet adamlarının çocukluklarında babalarından dayak yediklerini varsayan bir psikolojik çalışma ne kadar geçerli olabilir? Yaşamları öyle ya da böyle baskı altında geçen kişilerin bir anda “ünlü” olma, “büyük” olma hevesine bağlanabilir mi böyle bir yaklaşım? Bu sorunun yanıtı “evet” ise, bu siyasetçilerin olumlu işler yaparak “büyük” olma yerine demeç vererek “büyük” olma kolaycılığı felsefe bilgisizliğine bağlanabilir mi?
Sağlam bir iletişim yapısı siyasal partilerin temel özelliklerinden biridir. Siyasal iletişimde kavga en son başvurulacak yöntemdir. Oysa örneğin iktidardaki partinin siyasal programı basınla, üniversite ile, yargı ile, Denktaş’la, iş dünyasının bir bölümü ile, bürokrasi ile kavga üzerine kurulmuştur. Son seçimler parlamentodaki partilerin hepsini silip iletişim özürlü iki partiye görev veren seçmenin de kaostan, çift başlılıktan, kavgadan hoşlandığını göstermiştir. Bu sonuç, toplum sağlığının iletişime ne kadar bağlı olduğunu göstermektedir.